Wednesday, August 12, 2009

yazmamak utanmaktir

Su an facebook'a girin ve insanlarin kendileri icin tanimladiklari seylere bakin, veya sozluk yazarlarinin kendi basliklari altina yazdigi seylere bakin. Herkesin uc asagi bes yukari benzer tabirlerle kendileri hakkinda hafif alayci tabirlerle yergilerine denk geleceksiniz. Uzun zaman sonra actigim blogumda ben de benzer tabirlere denk geliyorum: "Sacmaliklarim". Insanlar genelde toplum icinde sosyal cevrelerindeki noktalarini fazla riske etmeyip "ukalalik-alcakgonulluluk" cizgisinde ukalaliktan uzak durmaya calisiyor. Senin, benim, herkesin yaptigi gibi. Istisnai durumlar yok degil.

Simdi butun bunlari neden soyledim bu noktaya geliyorum. Bu yaziya hazirlanana dek kendime pek cok laflar hazirlamistim. Tembelligime, usengecligime, buraya, kendi evime aylardir ugramadigima, hayirsiz bir baba/evlat olduguma dair pek cok soyleyecegim vardi. Anlasilan yukarida anlattigim gibi modaya uygun bir ozelestiri olacakti giris cumlelerim. Oturup "new post" butonuna basinca, biraz da eski yazilari karistirinca isler biraz degisti. Ozelestirimin de (oz)elestirisini yapinca bu hayirsizligin boyutlarinin buyuk olmasinin sebebini bir "utanma" duygusuyla aciklayabiliyorum.

Genclik hikayelerime daha dogru tabirle gunluklerime bakmaya kiyamam pek. Utanmak mi denir o hisse bilemem ama yas farkinin getirmis oldugu bagil olarak fazla bilgelik, hayati tanimislik biraz da simariklik insan yuzunde limon yemis gibi bir his biraktiriyor. Fakat son ziyaretimden bu yana bakiyorum da 1 yil bile gecmemis. Eski yazilarima goz atiyorum. Limon yemis olmaktan ziyade, tebessumle karsiliyorum pek cogunu. O yuzden boylesi bir utanma duygusu olmasa gerek icinde bulundugum.

2008 yilinin sonunda "yazmak utanmamaktir" diye bir yaziya baslamistim. Hatirladigim kadariyla yazma konusunda insanin en buyuk ilham kaynaginin kendisi oldugu, o yuzden yazilarin bir nevi insanin kendisiyle yuzlesmesi anlatan bir yazi olacakti. Simdi ise en cok sevdigim o tezat ve kelime oyunlarini uygulayinca soyle bir cumle cikiyor karsimiza ve tam da 12'den vuruyor: "yazmamak utanmaktir"

Evet tam anlamiyla boyle oldu diyebilirim. Hesaplari karistikca, defterlerini acmak istemeyen bir muhasebeci veya bir iki dersten kaldiktan sonra okula ugramak istemeyen, uzattikca uzatan bir ogrenci dusunebilirsiniz. Artarak artan bir "utanma" fonksiyon gibi. Buralari bir sure yalniz biraktiktan sonra daha da girip bakmaya utandim, daha da yazmadikca daha da utandim. Bir kac kez buna dur demek amacli bir kac yeni yazi denemesinde bulundum. Su an icin hepsi bitirilmemis postlar olarak yayinlanmayi bekliyorlar.

Bu sure zarfinda hic yazmadim desem yalan olur. Yarim kalan yazilar haricinde baska bir blog projesi icin kollari sivayip farkli iceriklerde bir iki yazi cikti elimden. Zaman zaman eksi ortamda fevri dil dokmeler yasandi. Bir de farkli bir proje icin ayri bir yazim oldu. Hazir bu isi tekrar elime aldim o yazilarimi da icerikleri elverdigince yazilma tarihlerine gore bloguma yerlestirip bosluklari doldurayim istiyorum.

Kucuk hesaplarima tekrar goz atip, kendi evime hosgeldim diyorum. Konusmayi bir kenara birakip ise koyuluyorum.

Boards of Canada -In a Beautiful Place out in the Country

Sunday, May 24, 2009

seyahatnamEM'den bir yaprak: "s"ehrin "f"isiltilari


Hayatımızda yer edinmiş ağaçlar, binalar, yollar, tabelalar düşünün.

Sonbaharda üstüne dökülmüş sarı yaprakları ezerek yürümeye çalıştığımız kaldırımları; kışın elleri olabildiğince cepten çıkarmamaya çalıştığımız huzurlu ev yolunu; baharında sevgiliyle buluşacağımız, yüzdeki hiç durmayan gülümsemeyle özdeşleşen tuhaf adresleri; hep kafalara bir şeyler sokmaya çalışan tek yön tabelalarını aklınıza getirin. Hepsini bir araya getirdiğimiz anda ortaya çıkan tek bir şehrin uzun bir hikayesi değil midir bizlere anlatılmaya çalışılan?

Oraya ulaştığım an tüm bu hislerimden arındığımı hissettim. O adresin daha doğrusu o şehrin, benim için çok hissiz ve temiz olduğuna inandım. Hepsine sıfırdan başlayıp yeni bir hikaye yazacaktım. Fakat fazla zamanım yoktu. Sadece bir gün.

Oldum olası merak ediyordum çocukluktan beri izlediğimiz filmlerde, dizilerde gözümüze çarpan bu şehri. Bitmek bilmeyen bir köprü üstünde giden kırmızı spor bir arabada mutlu bir aile tablosu aklımda kalmış. Duyduğum şeylerse daha farklı. Herkes bir ruhtan bahsediyor. İstanbul’a benzetenler bile oluyor. Memleketten uzak kalınan ilk zamanlarda böylesi söylentiler beklentileri epey yükseltiyor.

Memleketten uzak kalalı diyorum.. Aslında sadece 1 sene olmuş. Akademisyenlik adına uzun bir iş gezisi diyelim 4 veya 5 senelik. Biraz daha ciddi ortamlarda doktora diyorlar. Bir şekilde kendimi bu yeni kıtada bulmuşum. Çok methini duymuşum. O ana kadar sadece bir kaç büyük şehir gezmiştim asfaltları cetvelle doğudan batıya, kuzeyden güneye çizilen. Bilmiyordum tüm bir kıtanın bahsedilen güzellikleri bu yollara paralel olan yapılardan, binalardan, düzenden ve insanlardan mı ibarettir.. ve sonunda uçaktan iniyordum.

Biraz sonra kiraladığımız araba içindeki şoför koltuğunda buluyorum kendimi. Yolumuz şehrin biraz dışındaki şarap bağları. Karadeniz’de büyüyen bir çocuk olarak yollara saldıran yeşillikleri ne kadar özlemiş olduğumu anımsıyorum ilk anlarda. Biraz sonra da İstanbul trafiğini ne kadar az özlemiş olduğumu. Sonradan anlıyorum ki bu şehrin de bir köprüsü var ve tüm hayat iki tarafa yönlenmiş şerit sayısıyla doğru orantılı bir hızda akıyor. İstanbul’a benzetenlere biraz hak vermeye başlıyorum.

Yola düşmeden önce şehir içine fazla girmeden bir kaç ara sokakta kahvaltı edecek yer arayışında buluyoruz kendimizi. Park ettikten sonra orta halli bu sokaklarda bir süre yürüyoruz. İklim değişikliğini hemen yüzümde hissediyorum.
















Nemli havanın etkisini, her yerden yükselmeye çalışan geniş yapraklı ağaçların sayısını ilişkilendiriyorum. Oturduğumuz kafenin garsonundaki rahat ve huzurlu tavırlara dikkat ediyorum. Sokakta yürüyen insanların sükunetine, huzur veren aldırmazlıklarına, arabaların sıkışık park edilişine, parlayan güneşle beraber daha da güzel göze çarpan yarı eski yarı yeni apartmanlara ve onların tatlı düzenine, insanlara hitap etmeyen kırmızı ışıklara dikkat ediyorum. “Sanki ben bunları bir yerden hatırlıyorum.” Diye içimden geçiriyorum. Deniz dediğimiz şeyin evrensel etkileri olduğuna kanaat getiriyorum. Sonrasında “deniz mi?” dedim diye duraklıyorum. Cevabını sona saklıyorum.

Biraz sonra her ne kadar kırmızı spor bir araba içinde olmasak da aklımda kalan görüntüdeki insanların mutluluğuna hak vermeye başlıyorum. Şoför olmanın kısıtlamalarına rağmen masmavi su birikintisindeki büyük gemilerin sakin hareketini, küçük teknelerin mavi üzerine bıraktıkları beyaz izi parlayan güneşle birleştiriyorum. Camı açıp deniz havası almak istediğimde oldukça yüksekte olduğumuzu hatırlayıp vazgeçiyorum. Yine de baharı tertemiz hatırlamayı başarabiliyorum İstanbul’da olduğu gibi. Şerit sayısının bize müsaade ettiği hızda köprü üstünden ilerlerken bu sefer ben bir benzerliğe takılıyorum. Düşünüyorum da iki köprü de renkli aslında. Biri sadece gündüzleri, diğeriyse sadece geceleri. Benzetenlere daha da hak veriyorum.

Yollar daraldıkça mısır tarlalarının şarap bağlarıyla karışmasını umuyoruz. Harita elimizde bir oraya bir buraya koşturuyoruz. Yine filmlerde gördüğümüz vahşi batı tarzının emsali birkaç çiftliğe uğrayıp şarap tatmadan güneş batsın istemiyoruz. Dönüşte de yorgun düşüyoruz. Gözleri kapanması yasak olan tek insan olarak biraz daha dikkatli bakıyorum sağa sola. Şarap bağları ve mısır tarlalarına ufka doğru bir kaç tane de palmiye iliştiriyorum. Yanımdakilerden uyumayanlarla iletişim kurmaya calışıyorum yorumlarını dinliyorum.

Dönüş yolumuzda güneş alışkın olduğumuz gibi yine deniz tarafında sulara gömülüyor. Şehrin manzarası ise anlatılmayıp yaşanacak cinsten. Gökdelenlerin üst katları bulutlarla kaplı, aşağısı çok berrak. Bulutların hemen altında kalan camlara güneşin son kareleri yansıyor ve tüm trafik o fevkalade görünen gökdelenlere ulaşmaya çalışırcasına oraya hücum ediyor. Gündüzün çölümüzden bir alıntı gibisinden sıcak olduğunu hatırlıyorum. Biraz sonra arabadan indiğimde gecelerin dişleri birbirine vurdurabilecek kadar soğuk olduğunu görüyorum bu mayıs gününde. Bu hızlı geçişi bir saat önce terden ıslanmış olan t-shirtümle dışarı çıktığımda çok daha yakından hissediyorum. Donmamak için hemen bir mağazaya giyecek bir şeyler almaya koşturuyorum. Çıktığımda artık benzetenlere tamamen hak vermeye başlıyorum. Ruhun gecelere saklandığını fark ediyorum ve şehrin fısıltılarını teker teker duymaya başlıyorum.

Gece siyahının gökdelenlerin tepelerinde griyle karıştığı noktanın yüksekliği oldukça ürpertici gözüküyor. Gökdelenlerin arasında gecenin bu saatinde yürüyen insanlar; onların da yakınlarda bir evi, bir arabası, ilgilerini sundukları başka insanlar olabileceği düşüncesi ise çok yabancı geliyor. Aşağı kadar inmiş sisin, kirli gözlük camlarıyla birleşip meydana getirdiği bulanık görüntü içinde kırmızı bir ışık, bir siren sesine karışmış yaklaşıyor. Şehrin içinden gelip şehrin tüm fısıltılarını bastıran, acı bir siren sesi bu. Arabaların hepsi sağa çekiyor. Kırmızı ışık bir itfaiye aracı görünümünde önümüzden var hızıyla geçiyor bir miktar cadde suyundan üstümüze sıçratarak. Acı sirenle karışan kırmızı ışığın caddelere saçtığı hüzne rağmen, yanan şeyin cansız olduğunu umut ediyorum. Sireni şehrin ilk fısıltısı olarak kaydediyorum ve o uzaklaşırken arkasindan tedirgin bir bakis atiyorum.

Sokaklardan yükselen caz gürültüleri, içinde yaşadığı şehrin yerine söz almış, adeta "Benim de ruhum var" diye haykırıyor. Amerika'nın içinde aykırı sayılabilecek bu davranışa doğu-bati doğrultusundaki caddelerin yokuş halinde olması da eklenince ortaya tamamen farklı bir görüntü çıkıyor. Neden sorusuna ise "deniz" yanıtını vermeye çekiniyorum ikinci defa. Doğru cevabı bulmuşcasına devam ediyorum: “Çünkü bu bir deniz değil, okyanus. Hatta en büyüğünden!” Her ne olursa olsun bu tuzlu su birikintilerinin içimize aykırılık işlediğine, ruh enjekte ettiğine bir kere daha tanık oluyorum. Biraz sonra caz esintilerinin arasından fırlamış aykırı bir saksafon sesiyle irkiliyorum. Sesin sahibine yaklaşırken birkaç evsizin daha bozukluk isteğini görmezden geliyorum. Dörtlü bir kavşağın bir köşesinde ayaktaki bu müzisyen içini sokaklara döküyor her saniye. Önündeki karton kutudaki üç beş bozukluk önünden geçen evsizlerin bile ilgisini çekmiyor. Elinde tuttuğu büyük metal parçasının içinden çıkan ise başka bir hüzünlü melodi, başka bir fısıltı benim için. Ruhunu çaldığı sokakların az önce görmezden geldiğim insanların evi olduğunu düşününce soğuğu biraz daha yakın hissediyorum içimde. Yanına oturup hüzne ortak olmak istiyorum. Orada öylece kalmak istiyorum.

Gecenin geç bir saati, sokaklarda sahipleri haricinde pek kimsecikler kalmamış. Dönüş yolunda uzun bir yokuş inmek zorundayız. Biraz önümüzde bir adam alışveriş arabasına benzer görünümlü tekerlekli bir araçla bizimle aynı yönde aşağı doğru ilerliyor. Tuhaf aracın arka tekerlekleri çıktı çıkacak, yalpalayarak dönüyorlar. Çıkan ince gıcırtı sesi caddeye yayılıyor, şehrin son fısıltısı olarak aklımda yerini alıyor. Diğer evsizlere benzer giyimli bu adam, gecenin 2'sinde bir şekilde bu caddeden aşağı inmesi gerektiğine ve elinde tuttuğu o tekerlekli aracın tek sahip olduğu varlık olduğuna inanıyor. Dünyadan habersiz, mağaza duvarlarına sürterek aşağı doğru ilerliyor. 20 yaşındayken nasıl biri olduğunu, tanrıya inanıp inanmadığını veya neden o aracı taşıdığını sorsam ne cevap verir diye düşünüyorum. Çok da merak ediyorum aslında. Karşıdan karşıya geçerken yan yana geliyoruz. Tedirgin bakışlarımı yönlendirdiğim anda ne bana ne de kırmızı ışığa hiç aldırmadığını fark ediyorum. Yine uzaklaşmaya başlıyor. Biraz sonra kaldırıma çarpıyor arabasını. Daha zor bir görev onu bekliyor.

Labradford – Pico

Not: Fotoğraflar için gezerdaşım Aysun Demircan, Burçin Menekşe ve Nedim Yel’e özel teşekkürlerimi borç bilirim.

Tuesday, March 10, 2009

kucuk Darwin

Kucugum daha ilkokula baslamamisim. Babamin muhtemelen elime oyalanmam icin verdigi epey kalin mavi bir ansiklopediyi kurcaliyorum. 50-60 sayfada bir arkali onlu kuse kagida renkli bir sayfa var. Gezegenler ve gunes sistemi, degerli taslar, zehirli bitkiler, acik deniz baliklari, surungenler, kemirgenler vs. vs. Babamin oyalama projesi hedefine ulasiyor ki her birinin fotografi ayri ayri ilgimi cekiyor. Gunes sistemine bakip Mars'in ne kadar yakin oldugunu dusunuyorum. Sokakta gordugum bitkileri zehirli bitkilere benzetmeye calisiyorum. Hepsi bir yana hayvanlarin oldugu sayfalara daha dikkatli bakiyorum. Bir baliga, bir yilana, bir tavsana, bir maymuna bakiyorum. Dikkatimi ceken sey: Hepsinin 2 gozu var yanyana, gozlerin hemen altinda buruna benzer bir cikinti ve de altinda bir agiz ve icinde disler. Kendi kendime soyleniyorum: "Herhalde biz hepimiz basta ayni yaratiktik. Sonradan degistik degistik bu hallere geldik."

Birkac yil sonra, ilkokulun ilk yillarinda babam merakli sorularima dayanamayip Bilim Teknik'e
abone oluyor. Ben de her sayiya soyle bir goz gezdiriyorum. Okumaktan sikiliyorum genelde. Astronomi haberlerine dikkat ediyorum. Arkasindaki bulmacalarina goz atiyorum. Muhendis olacagim o zamandan belli.

Aradan uzun bir sure geciyor. Hayatin surukledigi dogrultuda kendimi yurt disinda buluyorum. Her Turkiye'ye gelisimde basta ailem ve arkadaslarim herkesin klasik endisesi benim de once gidenler gibi temelli yerlesecegim ve beyin gocu olacagim konulu. Yuvarlak cevaplar verip politik olmaya calisiyorum. Kimseyi kirmayim, ama buyuk konusamayim istiyorum.

Ve bugun o haberi okuyorum gazetelerden. Cocuklugumuzun kahramani bilim teknik'te Darwin'in sansurlenis haberini. O mavi kalin ansiklopediyi, babamin kitap raflarini ve o dergiyi eve getirisini hatirliyorum. Bir cocukluk anisi kayboluyor ve yerini siyah bir noktaya birakiyor. Bir cocukluk kahramani yikiliyor icindeki bulmacalarla, gezegenlerle ve molekullerle.

Artik ne olursa olsun donelim istiyorum. Donelim ki dergiye abone olmasak da o mavi ansiklopediyi verecek birilerini bulalim. Baska turlu olmayacak gibi.

A Silver Mount Zion - Ring Them Bells

Friday, October 3, 2008

kara kutu

Cevresini hep kuzey avrupadaki genis, yemyesil ovalara benzettigi bir yolun ustunde yuruyordu. Hani su goz alabildigince insanin gozunu oksayan goruntulere sahip, tek tuk, yabancilara hic de sicak gelmeyen bir iki ahsap binanin cevreye serpistirildigi cografyalardan. Az cok engebeli, cogu yol boyunca siralanmis, geri kalani da uzaklarda sikca serpistirilmis genis yaprakli, gur agaclarin yerlestigi cografyalardan. Sadece guzellikleriyle hatirladigi bu cografyada yurur bulmustu kendini. Fakat ne o agaclarin ustunde bir yesil iz vardi, ne de o yemyesil diye tanimlamaktan cekinmedigi ovada. Birkac ay oncesinden agaclar tum yesilliklerini yere birakmis, ruzgar onlari saga sola supurmus, ustune de beyaz bir ortu ortulmustu. Agaclar, ciplak gorunumunden pek de utanmayarak, beyaz ortuden olabildigince kendi ustlerine almaya cabaliyorlardi. Hava soguktu. Aksam saatleri yaklasmasina ragmen, kasvetli grisini koruyordu. Bir kac ay sonra akarsulari besleyerek dunyanin en buyuk dogal gurultusunu yaratacak bu beyaz ortu olabilecek en sessiz halde ortulmeye devam ediyordu. Genc adam bu mukemmel sessizligi hayranlikla dinlemesine ragmen, adimlariyla bozmakta oldugu mukemmel duzgunlukten sucluluk duyar gibiydi. Kendini doganin dogalligina kaptirmis, kendince kaldirimda cizgiye basmama oyunu oynuyor gibiydi. Normalde yol olmasi gereken, her iki tarafinda agaclarin dizildigi bosluktan ilerliyordu. Kirli sakalina yapisan kar tanelerini temizlerken usudugunu hissetti. Kaskolunu biraz daha sikistirdi, eldivenlerin yetmedigini dusunerek elini paltosunun cebine atti. Sag cebinde bir sey oldugunu hissetti. Ufak bir metal parcasiydi dokundugu. Ince eldiveninden sogugu hemen hissetmisti. Hatiralara daldi..

Yaklasik 1-2 yil oncesi olmaliydi. Calistigi is yerinde yeni gelenleri aldiklari buyukce bir odayi hatirliyordu. Herkese birer form dagitilmisti. O da formlarin doldurulmasini bekliyor, anlasilmayan yerlerde yardimci olmaya calisiyor, gelen sorulari cevapliyordu. Biraz ilerki siralarda siyah bir cift goz dikkatini cekti. Tedirginlikle ozguven karisimi bir his yayan bu yuvarlaklar ondan da yardim istemisti. Biraz sonra geriye donerken aklinda bir soru isareti kalmisti. Bu karisima baska birseyler daha katilmisti sanki. Onlari merak ediyordu. Simdilik sustu. Merakini bir kenara koydu.

Botlarinin kenarindaki dikislerden bir miktar kar eriyip iceriye su olarak sizmisti. Bir an once sicak bir ortama girmesi gerektigini dusunuyordu. Sol eliyle beresini cikartip bir silkelemek istedi. Artik karlar sacindaki tek tuk beyazlara eslik etmeye baslayacakti. Bir yandan da sag eliyle dokundugu metal parcasini iki parmagiyla kavradi. Ince uzun, tirtikli birseydi bu. Tekrar gecmiste kayboldu.

Serin bir aksam saatiydi. Is cikisi bir arkadasiyla bulusup yemege gitme planlari vardi. Disari cikarken ceketini alip omzuna atti. Kis gelmeden once olabildigince tasimamaya cabaliyordu boylesine bir ciddiyeti ustunde. Kravatini da hafif gevsetmis serin ve temiz havayi derin derin icine cekerek arabasina dogru ilerliyordu. Bir is gununun daha turlu gurultulerinden ariniyordu yavastan. Birden sert bir ruzgar esmeye basladi. Urpermeye basladigini hissetti. Tam ruzgara teslim olup elini ceketine attigi an karsidan yaklasan birini gordu. Siyah agirlikli bu kisi bir cift siyah yuvarlak sahibiyle ayni kisiye benziyordu. Uzagi gormekte zorlanan gozler ayrintilari secemiyordu. Tam gecisirken bir cift siyah yuvarlagin altinda bir gulumseme gordu. Ona kendi gulumsemesiyle karsilik verdi. Biraz sonra ceketini arabasinin arka koltuguna firlatti. Hala gulumsuyordu. Sol tarafinda serit cizgileri hizlica kayiyordu. Hala gulumsuyordu. Arkadasiyla bulustu. Anlattiklarina dikkat etmeye calisiyordu. Bir taraftan da anlatilanlarin arkadasi icin nasil bu kadar onemli olabilecegini kavramaya calisiyordu. Kendine inandiramiyordu bir turlu. Yine gulumsuyordu. 

Yurumeye devam ediyordu. Oldukca zaman gecmisti. Ustundeki tum bulutlari kaldirsa muhtemelen yine gunesi goremeyeceginin farkindaydi. Ona ragmen gokyuzune karanliktan ziyade tum ovanin beyazligiyla beslenen bir gri hakimdi. Saclari, sakali ve siyah paltosuna eslik eden karlar onu da gokyuzune katmisti. Saatler aksami gosterirken, renkler tamamen griye donusmustu bu buyuk ovada. Saatlerin yorgunlugu ve sogugundan adimlarini suursuzca atmaya baslamisti. Neden bu yolda, bu yone dogru yuruyor aklindan hic gecirmiyordu ki sag elindeki cismi adam akilli kavradi bir an. Hersey tekrar yerine oturdu zihninde. Sag cebindeki bu ufak tirtikli metal parcasi bir anahtardi. Hatiralardan hevesini alamamisti.

Pek cok defa daha karsilasti onunla. Yine hafiften gulumsuyordu. Bazi sozler, bazi muzikler duyuyordu o yonden. Kulak kabartiyordu her defasinda. Ayrintisini ogrenmek istiyordu. Cok merak ediyordu.. anlattilan hikaye, soylenen sarki sozleri, o soru isaretleri, o tedirginlik, o utangaclik neydi. Herseyden cok neden bu gulumsemeyi durduramiyordu? Tum meraklarini bir kenara koydu yine. 

Gece kendini renkten ziyade sogukluguyla hissettiriyordu. Kar yagisi ayni sessizliginde devam ediyordu. Saclari tamamen beyaza burunmusken, her goz kirptiginda kirpiklerine takilan kar taneleriyle goz goze geliyordu. Kulaklari nerdeyse buz tutmustu. Butun vucuduyla artik bir kardan adam siluetine burunmustu. Artik bir an once hedefine ulasmak istiyordu. Anahtari cebinden cikardi. Bir goz atti. Sonra ileriye yolun sonuna dogru cevirdi bakislarini. Siyah bir sey goruyordu karlarin arasinda. Gecmisten bir iki cumleye dogru yol aldi tekrar:

Kapi acildi.
- Bir sey sorabilir miyim?
- Tabi.. 
Kapi kapandi.

Uzaktaki siyahliga gitgide yaklasiyordu. Bu cisim bir sandiktan biraz kucuk diktorgenler prizmasi seklinde bir kutuydu. Ne kadar kar yagarsa yagsin o hep karlarin ustunde bir siyahlik olarak duruyordu. O bir "kara kutu"ydu. Icinde pek cok soru isareti olan, butun meraklarin icine konuldugu, sonra da icindeki rengi disina vuran esrarengiz bir cisimdi. Bu yuzden karlarin altinda kaybolmuyordu. Bu tamamen kendi eseriydi. Butun soru isaretlerini, hikayeleri, sarkilari oraya yerlestirmis, simdi de eline bir anahtar almis ona dogru gidiyordu. Anahtara bir kez daha goz atti. Yine gulumsemeye basladi. Onu nasil yarattigini hatirlamisti:

Karsidan karsiya gecmek icin bir vapura binmisti. Ust katlarda deniz kenarindaki bir koltuga oturdu. Denize dogru bakiyordu hic kafasini cevirmeden. Denizin tuzlu kokusunu hafiften hissediyordu. Yaninda kimse yoktu. Bir hayal kurdu:
Kapi acildi.
- Bir sey sorabilir miyim?
- Peki ben bir sey sorabilir miyim?

Kapi kapanmamisti henuz. Kara kutuya son eklenen sey bu sorunun cevabiydi. Birkac dakika sonra onun onune geldi. Egildi. Kaskolunu cozdu. Eldivenlerini cikardi cebine koydu. Kutuyu saga sola dogru salladi biraz. Epey agir bir seye benziyordu. Anahtar deligini buldu. Oldukca genis bir anahtar icin yapilmis olan bir kilitti bu. Anahtari cebinden cikardi. Yerli yerine oturacak gibi gozukuyordu. 

Anahtari delige sokmaya calisti. Fazla ilerlemiyordu. Anahtari cikarip delige derinlemesine bir goz atti. Ici kar taneleriyle dolmustu. Kutuyu cevirip sallamayi denedi. Hic birsey degismemisti. Ici tamamen buzlasmisti. O hirsla anahtari alip birkac kere daha zorlamayi denedi. Olmuyordu. Kutuyu kaldirmayi denedi. Belki eve kadar gotururse sicakta tekrar deneyebilirdi. Kutu cok agirdi. Yorgun ve usumustu. Yapamayacagini anladi. Kutuyu tekrar yere birakti ve yanina dogru karlara uzandi. Gokyuzune bakiyordu. Gozleri cakmak cakmak olmustu. 

Birkac dakika dusuncesiz ve kayitsiz kaldi. "Hayat ne tuhaf.." diye mirildandi birkac kez. Kizgindi  kendisine. Gec kaldigini dusundu. Sonra da gucsuz kaldigini. El yapimi anahtarini deneyememisti bile! Sonra da sucu kendisinden alip hayata atar bir tavirla yine "Hayat ne tuhaf.." diye mirildandi tekrar. Bindigi vapuru hatirladi birkez daha. Kuskun bir surat ifadesiyle ayaga kalkti. Anahtari yaratan sozcukleri hatirladi birkez daha. Sonra anahtari alip var gucuyle ileriye firlatti. Ovanin bilinmeyen bir yerinde karlar arasinda yerini almisti. Merak ettigi seyleri hatirladi birkez daha. Secimini yapmisti. Kara kutuya arkasini dondu. Yurumeye basladi. Bir daha da arkasina bakmadi.

----

Yillar sonrasi sicak bir yaz gunu aksami is cikisi arabasiyla evinin yolundaydi. Radyoda hic duymadigi bir sarki calmaya basladi. Bir adam dunyadaki en iddiali sarki sozlerini, yumusak sesiyle birlestirerek tuhaf bir sarki yapmisti. O sesi hatirlar gibi oldu. Sarkinin sihri icine islemeye basladi. Tamamen saf bir mutluluk duyuyordu. Sarkinin icinde kaybolmustu.

Birkac dakika sonra evine geldi. Arabayi parketti. Kapiyi acti. Tam adimini atacagi yerde bir tane anahtar duruyordu. Birkac saniye boyunca kayitsiz kaldi. Kararini vermisti. Anahtari yerden aldi ve sag cebine koydu. Yine gulumsuyordu. 

Radiohead - Videotape
-----

Monday, July 21, 2008

bir sey gordum

Bir sey gordum. Altinda yazilar var...

Kutuphanelerde yanyana dizilmis onlarca kitap, ustuste yigilmis eski gazeteler, hergun en az bir kere girdigimiz internet siteleri... Hayat arka arkaya yigilmis binlerce kelime ve harf yigini midir?

Hayat sozlukte okudugumuz komik bir entry midir? Gazetede gordugumuz guzel kadinin magazinsel iliskisi midir? Facebooktaki bir duvar yazisi midir? Bir msn iletisi midir? Bilmem kac saat/gun sonra okuduk yazilanlari. Yazan kisinin heyecani kalmis mi dersiniz? Hayat biraz geride kalmadi mi sanki?

Hayat bir mektupta yazilanlar midir? El yazisiyla yazilmis, rengarenk bir zarftan cikmis veya tamamen calakalem yazilmis? Hepsi de ayni elveda sozcukleriyle bitmiyor, kapali bir zarftan cikmiyor mu?

Cok sevdigimiz filmin 45. dakikasindaki o diyalogun alt yazisi midir? Ayarlariyla oynamadiktan sonra hep ayni sahnede gozunuze carpacak olan hep ayni sonla biten filmin o efsane replikleri midir? Yoksa sevgiliye atilan son mail midir? veya mesaj midir? Ne olursa olsun kendini son olmaktan kurtaramayacak o kelimeler butunu mudur?

Onlar birer arac degil midir hayati anlatmaya calistigimiz? Hayatin birer etkisiz elemani.

Bir sey gordum. Agzimi acip birseyler soylemeyi denedim...

Hayat agzini acip birseyler soylemek midir?

Kekeme bir dostunuz gunun onemli konusmasini yapacaktir. Butun herkes ona dikkat kesilmis, yapabilecek mi diye pur dikkat dinlemektedir. Isler hic fena gitmiyorken, birden bir sozcukte takilir dostunuz. Saniyeler gectikce cevrenin dikkati daha da yogunlasir, stres arttikca daha da zorlasir o sozcuk. O harflerin dogru diziliminden ote daha farkli bir seye ihtiyaci vardir dostunuzun. Sadece sicak bir dost eli diyebilirim. Sonra hersey yoluna girer. Gozlerinizle gorursunuz.

Son sozcukleri bir mahkumu kurtariyor mi acaba? Tum hayatini bize son bir kac kelimesinde anlatabiliyor mu? Tartisan bir cift insana sadece sozcukleri yeterli olur mu anlasmalari icin? Sozcukleri haricindeki hayatlarini birbirleriyle yaristirmasalar sozcukler neden yeterli olmasin ki? Guzel bir sarkinin radyoda dinlerken algiladigimiz sozcuklerinin, ilk bestelendigi an hissettirdikleriyle ne alakasi olabilir? Hayat nereye saklandi bu kadar soru isaretinden korkarak?

Disariya haykirdigimiz sozlerde degil de iceriye mirilindandigimiz sozlerde olmasin? Mahkumun kendine soyledigi son cumlede veya, bestelenen ilk sozuklerde birer parca hayat yok mudur iceriye veya disariya giden?

Bir sey gordum. Altinda yazilar var. Agzimi acip birseyler soylemeyi denedim.. Olmadi.. Hayati nereye sakladim o an daha iyi anladim.

Ne olursa olsun dudaklarim hep kapaliydi. Mahkumun da oyleydi, bestekarin da.. Once kendi icimize konustuk uzun bir sure. Kimi zaman, garipsedik, kimi zaman tukendik veya mutluyduk. Ne olursa olsun aralamak ihtiyaci bile hissetmedik. Sonra onumuze baktik. Goz goze geldiklerimiz bir miktar hayatimizi caldilar. Anlamayanlar ise karanlikta kayboldu..

Coldplay - Gravity

Tuesday, June 24, 2008

bir yaz gecesi

Masanin ustunde duran gunes gozlugunun caminda hareketli bir goruntu. Gunun yorgunluguyla artik yatma vaktini isaret eden gozler bu goruntuye dalmis, sorgulamasini bile yapmadan zevkle onu takip ediyor. Ortaligi bir serin esinti alip goturuyor. Dalginlik aninda kucuk bir aniya daliyor gozluk sahibi. Eskilerden, serin bir bahar gecesi diyelim. Fermuarini cekip, bir kere daha korkak kirpiyle gozgoze geliyor, sevgililere el salliyor. Serin esinti biraz sonra eve donmesi gereken bu adami uyandiriyor. Kafasini kaldirip yukari bakiyor. Ustunde donmekte olan pervaneyi farkediyor. Ipini cekiyor. Pervane duruyor, serinlik sona eriyor. Gunes gozlugunu cebine atip kapiya dogru ilerliyor.

Kapi acildigi an yuze vuran sicak hava ruzgari gomleginden bir dugme daha acmaya zorluyor. Eller yine cebe giriyor. Kendisini evine goturecek yolun kaldirimina atiyor kendisini. Bir bahar gecesi yolundan daha karanlik, daha urkutucu ve daha serseri bir yol bu. Huzurun ulkesi icindeki huzursuzluk bu olsa gerek diye dusunuyor. Gokyuzunde yildizlari yokluyor. Boylesi acik havada bir tanesini bile gorememis olmasinin nedenlerini yoklamiyor. Kendince birbiri ardina tezatlar yaratip gulumsuyor, onune donuyor.

Bir insaatin yanindan geciyor. Tel orgulerin ustundeki onlarca reklam tabelasinin arkasinda kocaman tirlar, buyuk vincler gorunuyor. Ne kadar da buyuk ne kadar da guclu gozukuyorlar! Reklam tabelalari da bas bas bagiriyor: "Biz en iyisiyiz!! Bizi secmelisiniz!" . Karanlikta ne olduklari belli olmayan buyuk metal parcalari insaatin ortasinda ust uste yigilmis ufak bir tepe olusturmuslar, ertesi sabah kendilerini yerinden oynatacak vinci bekliyorlar. Goruntu aslinda bir seyi animsatiyor sanki? Cok buyuk, cok guclu gozuken, hep ayni seyleri haykiran bir sey. Eseri de yer yuzunde metal yiginlari, roketler roket yiginlari ustune.

Cirkin metal yiginlarindan uzaklasip biraz daha iddiasiz bir kismina geliyor yolun. Insanlar yolun sagina soluna iklime aykiri bicimde genis ve igne yaprakli agaclarini yerlestirmisler. Irili ufakli agaclar arasindan gecerken o yolun eskilerdeki gibi serin bir ruzgar estirmesini temenni ediyor. Uzaktan muzik gurultuleri yaklasiyor. Birazdan cevredeki bitkilerin kokusuna insan urunu baska otlarin kokusu da karisiyor. Tuhaf bir bisikletli cocuk geciyor yanindan. Muzigin geldigi yone dogru kivriliyor, gozden kayboluyor.

Pek serin denemeyecek ilik bir ruzgar hissediyor. Onun esliginde gokyuzunun gece mavisine upuzun palmiyeleri yerlestiriyor. Palmiyeler yurudukce, saga sola sacilmis, sivri dallariyla kirpi misali gokyuzunde bir asagi bir yukari hareket ediyorlar. Benzetmesine yerdeki kaktusleri ilistirince bir kere daha gulumsemesine engel olamiyor. Ruzgar palmiyeleri bir saga bir sola salliyor. Fondaki gece mavisiyle, palmiyelerin mavi ustune siyah golgesini ve burnunda hissetmeyi umdugu serin ruzgari birlestiriyor. Mavi-siyah serinlik adini verdigi akimda kendini yavas yavas bulurken kirmizi bir renkle burun buruna geliyor. Stop isaretinin onunde durmasi mi gerekiyor? Kendisi duruyor, akli durmuyor. Yapay katkili doga kokusunu icine cekiyor. Biraz daha bu ani yasayabilmek icin bir sure bekliyor.  Kisa bir sure sonra yoluna devam ediyor.

Evine ulastiginda karanligi bozmaya kiyamiyor. Icerideki odadaki hoparlorden gelen mavi isigi takip ediyor. Gozlugu cebinden cikariyor masaya koyuyor. Mavi-siyahin yaninda eksikligini hissedecegi serinligi gercekten hissettigini farkediyor. Yukari bakiyor. Kendini saatlerdir calisan pervanenin altinda buluyor. Ipini cekmeden masasina oturuyor. Yapay serinligin keyfini cikararak yapay kokularin icindeki hikayesini anlatmak icin dosyalarini karistiriyor. Karalamaya basliyor. Karaladikca yapaylar siliniyor, figurler dogallasiyor. Sonunda kabul ediyor: Yaratani nefes aldikca, hikayeler hep dogal yaziliyor.

Radiohead - Buletproof I Wish I Was ...
Godspeed You Black Emperor! - Rockets Fall on Rockets Falls

Thursday, May 22, 2008

"s"ehrin "f"isiltilari

Hayatimizda yer edinmis agaclar, binalar, yollar, tabelalar dusunun...

Sonbaharda ustune dokulmus sari yapraklari ezerek yurumeye calistigimiz kaldirimlari; kisin elleri olabildigince cepten cikarmamaya calistigimiz huzurlu ev yolunu; baharinda sevgiliyle bulusacagimiz, yuzdeki hic durmayan gulumsemeyle ozdeslesen tuhaf adresleri; hep kafalara bir seyler sokmaya calisan tek yon tabelalarini akliniza getirin.. Hepsini bir araya getirdigimiz anda ortaya cikan tek bir sehrin uzun hikayesi degil midir bizlere anlatilmaya calisilan?

Oraya ulastigim an tum bu hislerimden arindigimi hissettim. O adresin daha dogrusu o sehrin, benim icin cok hissiz ve temiz olduguna inandim. Sadece kulaktan dolma bilgilerle sagima soluma bir goz attim. Amacim sadece tahmin ettigim o dar sokaklara suzulebilecek, park konusunda zorluk yaratmayacak hepimizi tasiyabilecek kucuk bir arkadasti. Bulustugum an kendim verdim o yuvarlaga, ve ustunden gozume carpan tum ayrintilara.

Gokdelenlerin ust katlari bulutlarla kapli, asagisi cok berrak.. Gunduzleri columuzden bir alinti gibisinden sicak, geceleri disleri birbirine vurdurabilecek kadar soguk. Bu hizli gecisi bir saat once terden islanmis olan tshirtumle disari ciktigimda cok daha yakindan hissediyorum. Donmamak icin hemen bir magazaya kosturuyorum. Ciktigimda sehrin fisiltilarini teker teker duymaya basliyorum.

Gece siyahinin gokdelenlerin tepelerinde griyle karistigi noktanin yuksekligi oldukca urpertici. Gokdelenlerin arasinda gecenin bu saatinde yuruyen insanlar.. onlarin da yakinlarda bir evi, bir arabasi, ilgilerini sunduklari baska insanlar olabilecegi dusuncesi.. cok yabanci. Asagi kadar inmis sisin, kirli gozluk camlariyla birlesip meydana getirdigi bulanik goruntu icinde kirmizi bir isik, bir siren sesine karismis yaklasiyor. Sehrin icinden gelip sehrin tum fisiltilarini bastiran, aci bir siren sesi bu. Arabalarin hepsi saga cekiyor. Kirmizi isik bir itfaiye araci gorunumunde onumuzden var hiziyla geciyor bir miktar cadde suyundan ustumuze sicratarak. Kirmizi isigin caddelere sactigi huzne ragmen, yanan seyin cansiz oldugunu umut ediyorum. Tedirgin bir bakis attigimi hatirliyorum.

Sokaklardan yukselen caz gurultuleri, icinde yasadigi sehrin yerine soz almis, adeta "Benim de ruhum var" diye haykiriyor. Amerika'nin icinde aykiri sayilabilecek bu davranisa dogu-bati dogrultusundaki caddelerin yokus halinde olmasi da eklenince ortaya tamamen farkli bir goruntu cikiyor. Neden sorusuna ise "deniz" yanitini vermeye cekiniyorum. Cunku bu bir deniz degil, okyanus. Hatta en buyugunden! Her ne olursa olsun bu tuzlu su birkintilerinin icimize aykirilik isledigine, ruh enjekte ettigine bir kere daha tanik oluyorum. Biraz sonra caz seslerinin arasindan firlamis aykiri bir saksafon sesiyle irkiliyorum. Sesin sahibine yaklasirken birkac evsizin daha bozukluk istegini gormezden geliyorum. 4lu bir kavsagin bir kosesinde ayaktaki bu muzisyen icini sokaklara dokuyor her saniye. Icinden cikan ise baska bir huzunlu melodi, baska bir fisilti benim icin. Ruhunu caldigi sokaklarin az once gormezden geldigim insanlarin evi oldugunu dusununce sogugu biraz daha yakin hissediyorum icimde. Yanina oturup huzne ortak olmak istiyorum. Orada oylece kalmak istiyorum.

Gecenin gec bir saati, sokaklarda sahipleri haricinde pek kimsecikler kalmamis. Donus yolunda uzun bir yokus inmek zorundayiz. Biraz onumuzde bir adam yokus asagi alisveris arabasina benzer gorunumlu tekerlekli bir aracla asagi dogru ilerliyor. Tuhaf aracin arka tekerlekleri cikti cikacak, yalpalayarak donuyorlar. Cikan ince gicirti sesi caddeye yayiliyor, sehrin son fisiltisi olarak aklimda yerini aliyor. Diger evsizlere benzer giyimli bu adam, gecenin 2'sinde bir sekilde bu caddeden asagi inmesi gerektigine ve elinde tuttugu o tekerlekli araci tek sahip oldugu varlik olduguna inaniyor. Dunyadan habersiz, magaza duvarlarina surterek asagi dogru ilerliyor. 20 yasindayken nasil biri oldugunu, tanriya inanip inanmadigini veya neden o araci tasidigini sorsam ne cevap verir diye dusunuyorum. Cok da merak ediyorum aslinda. Karsidan karsiya gecerken yanyana geliyoruz. Tedirgin bakislarimi yonlendirdigim anda kirmizi isiga hic aldirmadigini farkediyorum. Yine uzaklasmaya basliyor. Biraz sonra kaldirma carpiyor arabasini. Daha zor bir gorev onu bekliyor.

Labradford - Pico